All posts by farukseckin

farukseckin.com

Mayıs 2014 Londra Seyahatim

İnsanlara defalarca aynı şeyleri anlatmak zoruma gittiği için ve anlattıklarım genelde hep aynı olduğu için bunları bir defada yazıp  “ee londra nasıldı”  diyenlere nutuk atma isteği içimde zuhur ettiğinde bir bağlantı vermek kadar kolay içimi dökmek istedim.
Londra maalesef bizden yüzyıl ötede , gelişmiş, kalkınmış , insanların bakışlarında refah, huzur ve mutluluğu bariz bir şekilde görüyorsunuz.
Beni en çok etkileyip en çok üzen şey ise özellikle restoranlarda ,mağazalarda,cafelerde çalışan insanların hep mutlu, güleryüzlü,kibar ve işini özenle yapıyor olması. Adamlar mutlu . Kimsenin suratı asık değil. Yolda da metroda da herkes güleryüz gösteriyor.Aslolan da şu ki adamlar bunu yapmacık da yapmıyorlar. Herkesin dilinde bir ‘sorry, thank you ,helloow’ üçlemesi var ki biryerden sonra sinirlerimi bozuyor.Çünkü döndüğüm yerde bunlar olmayacak.Londra ya adım atar atmaz Oyster kart adındaki  akbillerini almak için sıraya girdik.Sırada 20 kişi bekliyor ve adam orada 1 aylık oyster kart almak istediğimizi söyleyince adres bilgimizi istiyor. Otelin adresini verdim adam bulamadı.Yaşlı herhalde göremedi dedim diğer bir otel adresi verdim bunun zip kodu nedir dedi.Aaa ıı şey herhalde 10130 du diye attım gitti. nedir abicim yaz gitsin diye düşünüyorum. Adam bu hiç mantıklı bir zip kodu gibi gelmiyor kulağa demez mi ? ! E der. Adamlar bir aylık akbil alacak adamın adresini bilmek istiyorlar. mail adresini ve başka kişisel bilgilerini.Hayır şimdi burada 2 tane ilginç ve komik nokta var. birincisi 20 kişilik sırada kimse biz herkesin zamanına umarsızca tecavüz ederken gıkını çıkartmıyor.Memur adamın tek derdi bizim zip kodunu bulup sisteme girmek zira sistem aksi taktirde kartı vermiyor.Ayrıca ingiltere zip kodları aynı şunun gibi : zyl9k . Adam benim salladığım zip kodu için bana kötü kötü de bakmadı ayrıca. Kafası karıştı garibimin.Alışık da değil demek ki bizim gibi adamlara.Türkiye ye turist gelecek ben orada veznedar olucam ,benden 1 aylık akbil isteyecek ben ona tr adresini soracağım adam posta kodun nedir diyince  bana qqwll diyecek. Adamın alnını karışlarım.Yaparım bilirim.
Olayın geçtiği Victoria Station denen mekandan bir fotoğraf paylaşıyorum sizlerle.
İstasyona Victoria s Secret diyenler de var.İsim verip rencide edecek değilim burada.
Oyster kart ile metro otobüs trene binebiliyorsunuz.
Londranın metro ağı ünlü.Gerçekten biryerde metro bitiyorsa ya diğeri başlıyor ya tren başlıyor.Yurdu demir ağlarla adamlar örmüş.Biz hala öğüt dinleyeceğiz.Metro ile gidilmeyecek yer yok yeter ki sizin aktarma yapmaya mecaliniz olsun .Metrolarda bizdeki kadar yoğunluk da yok.tıkış tıkış olmuyor. O lanet otobüslerde eğer birisinin kartı yoksa şöföre para verip bilet alıyorsunuz.Arkanızdan kimse sizi geçmiyor .herkes bekliyor.Herkes sakin. Bizim kültürün tabiriyle mal mal bekliyor adamlar.İzdiham diye birşey yok. Kimse sinirli de değil zaten.Korna sesi de duymadığınız için içinize siniyor bir huzur.Gözlerimi kapatınca yandaki parkın kuş ve ağaç sesleri gelmiyorsa eğer duyacağınız insan kahkasıdır.Ahh ya da şöyle söyleyeyim ,, Gözlerimi kapatınca yandaki parkın kuş ve ağaç sesleri gelmiyorsa eğer ne olmuştur biliyor musunuz anlatayım : gözlerimi kapatarak yürüyemediğim için durmuşumdur. kapattığım kaldırım yolunda insanlardan uzun bir kuyruk oluşmuştur ve herkes gözlerimi açıp yoluma devam etmem için sabırla bekliyordur. Sıradaki adamların bazıları cep telefonunu karıştırırken bazıları telefonla konuşuyor kimisi de çocuğu kucağında ona sosyal hayat dersi veriyordur.Olayı tasvir edebildim mi bilemiyorum.Londra da beni yaralayan bir başka gerçek ise müze gerçeğidir. British Museum isimli büyük ingiliz müzesinde kaybolmaktan sıkılmak , tabela mı takip edeyim nere gideyim hangisini okuyayım hangisinin resmini çekeyim diye düşünürken yorulmak, kendini müze içerisindeki restoranda birşeyler atıştırıyor bulmak müzelere başka bir bakış açışı kazanmamı sağladı. Ben oysa ki Dolmabahçe Sarayındaki Almanca tarih dersi veren  rehberi gördüğümde biz bu olayı aşmışız sanmıştım. Burada heryer tur rehberi elektronik rehberler ve istemediğin kadar dil tercihi kaynıyor.Hayır türkçe yok .Adamlar mısır dan suriye den yunanistan dan muğla dan bodrum dan heryerden yürütüp çaldıkları devasa anıtları, heykelleri tarihi yazıtları oraya koymuşlar. Herbiri Bizim hastane kadar tarihi eseri sergiliyorlar.Utanmışlar herhalde bu durumdan ki müzeler ücretsiz. İşte değil. Adamlarda kültür, sanat doruk noktada.Girişte 5-10 pound bağış yapın diyip duruyorlar fakat seni o kültürü görmekten mahrum bırakmıyor. Kendi milletini ve kültürünü , özünü de sana işliyor.Bu aynı zamanda bir devşirme politikası.Bir gösteri. Bir akrobasi.Dünyanın en fazla turist çeken ülkesinin sana hava atması.Entellektüalite savaşı.Artisleri,National Art Gallery isimli dünyaca ünlü sergide sana sırayla anlatması da dünyadaki ingiliz diyince insanların durmasının sebebi.Burada Sunay Akın ın şu sözlerine gönderme yapmadan geçersem borçlu kalırım kendisine.işte;
sıradaki fotoğraflar National Art Gallery ve British Museum
National Art Gallery nin bulunduğu yer Trafalgar meydanı Londranın tam merkezi . yürüyüş etkinlik protesto herşeyin başladığı yermiş aynı zamanda.Mavi tavuğun olduğu meydan.Şöyle gözüküyor ters açıdan:
üstü tel mozaikli yer İngiliz müzesinin girişi sadece.
Yaya geçişlerinde koca otobüslerin durup siz yol vermesi heryerde bisiklet yolu olması . Bir kredi kartı ile barclays ten bisiklet kiralayabiliyor olmak ve istediğin yere gittiğin zaman bisikleti oraya bırakman londranın lüks tarafları gibi geliyor bize.Hakbuki bunlar bizde de mümkün.Adamlar sanata kültüre değer veriyor .İnsana da değer veriyor.
Şöyle bir masalım var. David Beckham 2000 yılında ingiliz milli takımının hollanda ile yaptığı final maçında  kupayı ingiltere ye kazandıran son dakika golünü attıktan sonra eliyle sol burnunu tıkayıp sahanın çimenlerine sümkürür. O tarihi maç bittikten sonra david beckham ın sümüğünü bu adamlar altındaki 30×30 cm lik alan ile oradan kazırlar.Cam ile kaplayıp müzeye koyarlar. Adamlar böyle adamlar.
Gelelim İngiltere nin  yaşarım burada dedirten özelliklerine  burada heryer yeşillik güzellik ve park.Göz alabildiğine hem de. şehir merkezinde bile .hyde park ı hiç saymıyorum birsürü kocaman park bahçe yürüyüş koşu alanı ve parkuru mevcut.
Bunların hiçbirisi türkiye de olmayan şeyler değil.Bizim yapamayacağımız şeyler de değil.Şimdiye istanbul Londra dan çok daha kaliteli biryer haline gelmiş olabilirdi de .
Kaliteli yaşam için eğitim gerekli sadece. En azından yönetenlerin eğitimli olması şart.
Şu londraki bir parti otobüsü .Sadece kızlar varmış içeride galiba.
(Tower of London)
Benim hayalimde ise şöyle birşey mevcut. Bir Atatürk heykeli.
Ordular ilk hedefiniz Akdeniz duruşu ve başparmağı Akdeniz i gösteriyor olacak.Heykel  boğaz köprülerinden yüksek olacak .Heykelin bir ayağı avrupa yakasında diğer ayağı ise Anadolu yakasında olacak.Her iki ayağın bastığı yerin etrafı kocaman bir giriş park bahçe çimen olacak.Ayakların büyük kısmı asansör olacak.İçerisinde kocaman birbirinden farklı müzeler ve kütüphaneler olacak.en üst katta yabancı devlet büyüklerinin karşılanıp yemek verildiği bir restaurant. 6 boyutlu gösteriler.Alışveriş merkezleri Gösteri salonları tiyatrolar oyun parkları. Gece çöktü mü istanbul a güzelce ışıklandırılacak ve uzaydan las vegas gibi gözükebilecek.istanbul üzerinde ordular ilk hedefiniz akdeniz duruşu bakışı ,silüeti gözükecek.Al sana dünyanın turisti al sana dünyanın imajı al sana dünyanın parası ve prestiji.Her yıl dandik eyfel kulesini görmeye kaç kişi gidiyor düşündünüz mü ?
İleri gitmiş nerdeyse çoğu ülkede anlattıklarım hep aynı. İngilizlere özgü şeyler değil bunlar.Bunlar bilimsel gerçekler hatta.
Neyse işte Londra da mutluydum. Herkesin görüp, iyi bulduğunu vatanıma da kazandırmasını dilerim.
Bunları da buralara boş yere yazmıyorum.Düşünün ve fark edin diye yazıyorum.
Sevgiler

Neva Çiftçioğlu


Neva Çiftçioğlu anlatıyor:

“İş ve eş gereği ABD Houston Teksas’ta yaşıyorum. Geçen hafta başımdan geçen ilginç ve gerçekten çok etkilendiğim olay, evime yakın bir postanede gerçekleşti.

Yeni yıl hediyesi olarak internet aracılığıyla satın aldığım kol saati paketten camı çatlamış çıkınca, vakit kaybetmeden derhal iade formunu doldurup soluğu postanede aldım. Postaneye girdiğimde 20–25 kişi kuyrukta hizmet bekliyordu.
Burada Noel de yaklaştığı için marketten bir ekmek bile alınsa mecburen onlarca insan arkasında sıraya dizilip normalden çok daha uzun süre beklemek zorunda kalınıyor.
Hizmet eden sayısı sadece 2 kişi olunca, hele bir de hizmet edenler işinden, canından bezmiş bir suratla ve isteksizliğin yansıdığı süratle iş görünce bekleme süresi sabırları zorlayacak düzeye tırmanıyor.
Girdiğim kuyrukta arkama döndüğümde bir 30–35 kişinin daha geldiğini gördüm. “Neyse, en azından ortalardayım” diye sevinme payı çıkardım.
Tam 40 dakika sonra sıra bana geldi. Paketi görevliye uzattım, “Adresler üzerinde yazılı” dedim. “Paketi neden bantla kapatmadınız?” diye sordu. Girişteki“Paket içeriğini görmek isteyebiliriz. Lütfen paketlerinizi açık bulundurunuz”uyarısını gösterdim. Sesini yükselterek sinirle “Kapıda ne yazdığını iyi biliyorum. Derhal paketinizi bantlayın” dedi.
Sıradaki herkes artık bizi dinliyordu. Yanı başındaki bantı göstererek, “Rica etsem verebilir misiniz?” dedim. Yanıt yine aynı yüksek sesle geldi: “Hayır, o bant bana ait, müşteri kendi bantını kullanacak!” “Yanımda bant yok, sizin bant için para ödesem…” dediğim an görevli hanım sesini daha da yükseltti. 3 adım ötede, bir ayakkabı kutusu büyüklüğündeki, sadece paketleme servisleri için yapılmış 20 dolarlık bantı işaret ederek satın almamı istedi. “15 santimetrelik kutu için bana o bantı aldırmanız size mantıklı geliyor mu?” diye sordum. “Bantı al ve derhal sıranın sonuna geç!” diye bağırırken sinirden kıpkırmızı kesilmişti. Aynı hışımla kuyruktaki bir sonraki kişiyi (“Sıradaki” anlamına gelen) “Next!” diye çağırdı.
İşte o an dondum kaldım… Çünkü sırada hiç kimse ilerlemedi. Sıranın başındaki beyefendi, “Şu kutuyu derhal bantlayın ve hanımefendinin işini bitirin önce” dedi.
Görevli öfkeyle bağırıyordu: “Anyone else… Next!” 30 kişi yerinden kıpırdamıyordu. İkinci görevliye de gitmiyorlardı. Hizmet durmuştu.
Sıradan bir yaşlı bayan, “76 yaşındayım ve dizlerim ağrıyor, ama o bayanın paketini bantlayıp görevinizi yerine getirmediğiniz sürece buradan bir adım atmıyorum” dedi.
Görevli elimden paketi sinirle çekip kutuyu benim söylediğim postane bantıyla yapıştırdıktan sonra ödememi alana kadar karmakarışık duygularla kalakalmıştım. Neredeyse ağlamak üzereydim. Sıraya dönüp “Thank you all” (Hepinize teşekkürler) diyebildim sadece… Gülümseyerek el salladılar.
Dışarı çıkıp arabama oturunca kontağı çalıştırmadan bir süre park yerinde düşündüm.
Herkesin işi gücü var. Nasıl oldu da tek bir kişi “Acelem var” diyerek sıranın önüne atlamadı? Nasıl oldu da onca kişi bir kişiye yapılan haksızlık için tepki gösterdi? O sırada benden hemen sonraki yaşlı beyefendi işini tamamlamış, dışarı çıkmıştı. Arabama yaklaştı, pencereyi açtım. Gülümseyerek kafamdan geçen soruları yanıtladı:
“Size yapılan bu yanlış için üzgünüm. Doğada hayvanlar, ağaçlar ve hatta mikroplar birbirleriyle bağ içerisinde hareket ederken biz insanlar birbirimizden çok koptuk. Yanlış, anında tespit edilerek sineye çekilmeden, derhal toplu olarak tepki gösterilmez ise ‘normalleştirilir’. O hizmet eden bayan bir dahaki sefere yanlış yaparken iki kez düşünecek. Biz görevimizi yaptık…”
Kendimize veya bir başkasına yapılan haksız bir davranış karşısında korktuğumuz veya başka nedenlerle tepkimizi göstermediğimiz sürece yaşamımızda bizi çok daha kötü günlerin beklediğine kesinlikle inanabiliriz…”
Çok şey anlatan bu yazıdan tahminle, bir şey daha eklemek istiyorum. Olayın kahramanları kuyruktaki tüm insanlar olsa da onları harekete geçiren ya da daha doğru bir deyimle hareketsiz bırakan sevgili Neva’nın hemen arkasında duran sonra da arabasına kadar gidip açıklama yapan o yaşlı adam olsa gerek…
Bu günlerde bu anlayışa ve onu hayata geçirecek insanlara ne kadar çok ihtiyacımız var!..

Kırık Camlar Teorisi;

Kırık Camlar Teorisi;

Philip Zimbardo suç ve suç eğilimleri üzerine çalışan Stanford´lu bir psikolog. Sıradan insanların bazı çevre koşulların değişmesiyle nasıl canavara dönüşebildiklerini araştıran ve bu durumu araştırmalarıyla ispatlamış biri. Çalışmalarında, özellikle çevre – suç ilişkisini araştırıyor. İçinde bulunulan ortamın, insanları nasıl suça teşvik edebileceğini herkesin anlayabileceği şekilde gözler önüne seriyor.

Birçok önemli araştırması var. Kanımca en ünlülerinden biri, 1969´da yaptığı ve ´kırık cam teorisi´ni ispatlayan araştırması… Daha sonraları New York´un efsanevi Belediye Başkanı Rudolph Giuliani´nin, şehrin yaşam kalitesini arttırmak ve suçlulardan temizlemek için ilham aldığı çalışma bu. Bu araştırmanın da kullanılmasıyla New York, daha güvenli bir şehir haline gelmiş, adeta suçtan arınıp büyük bir transformasyon yaşamış.

Yıllar sonra Giuliani´ye bunu nasıl başardığını sorduklarında ise şöyle diyor: “Metruk bir bina düşünün. Binanın camlarından sadece biri kırık olsa bile, o camı hemen tamir ettirmezseniz, yoldan geçen herkes bir taş atıp binanın tüm camlarını kırmaya başlar. Ben, ´ilk´ cam kırıldığında hemen tamir ettirdim. Bir elektrik direğinin dibine ya da binanın önüne biri, çöp bıraksın mesela. O çöpü hemen kaldırmazsanız herkes çöpünü oraya bırakır ve kıza zamanda çöplük haline dönüşür bu bölge. İlk çöp torbasını hemen kaldırttım…”

Bir sokağın suç bölgesine dönüşme süreci de, önce ´tek´ bir pencere camının kırılmasıyla başlıyor. Çevreden tepki gelmez ve cam hemen tamir edilmezse oradan geçenler o bölgede düzeni sağlayan bir otorite olmadığını düşünüyor, diğer camları da kırmaya başlıyor. Ardından daha büyük suçlar geliyor. Bir süre sonra o sokak, polisin bile giremediği bir mahalleye dönüşüyor.

Bunu anlayan New York polisi önce küçük suçların peşine düşmüş. Toplu taşama araçlarına bilet almadan kaçak binenlerin, apartman girişlerini veya metroları tuvalet olarak kullananların, kamu malına zarar verenlerin, içki şişelerini yola atanların peşine düşüp yakalamış ve cezalandırmış. Polis bu kararlılığıyla “küçük büyük fark etmez, bir sokağın, bir istasyonunun veya mahallenin suç üreten yere dönüşmesine izin vermeyeceğiz” dediğini göstermiş. Sonunda da şehri suçtan arındırmayı başarmışlar.

´Kırık Cam Teorisi´ ABD´li suç psikologu Philip Zimbardo´nun 1969´da yaptığı bir deneyden ilham alarak geliştirilmişti.

Zimbardo, suç oranının yüksek olduğu, yoksul Bronx ve daha yüksek yaşam standardına sahip Palo Alto bölgelerine birer 1959 model Oldsmobile bıraktı. Araçların plakası yoktu, kaputları aralıktı. Ve olup bitenleri gizli kamerayla izledi.

Bronx´taki otomobil üç gün içinde baştan aşağıya yağmalandı. Diğerine ise bir hafta boyunca kimse dokunmadı.

Ardından Zimbardo ile iki öğrencisi ´sağ kalan´ otomobilin yanına gidip çekiçle kelebek camını kırdı. Daha ilk darbe indirilmişti ki çevredeki insanlar (zengin beyazlar) da olaya dahil oldu. Birkaç dakika sonra o otomobil de kullanılmaz hale gelmişti.

“Demek ki” diyordu Zimbardo, “ilk camın kırılmasına ya da çevreyi kirleten ilk duvar yazısına izin vermemek gerek. Aksi halde kötü gidişatı engelleyemeyiz.”

Kıssadan hisse…

Her şey o ´ilk´ masum(!) yanlışla başlıyor. Buna tedbir alınmadığı, kayıtsız kalındığında ise ´büyük suç´a davetiye çıkmış oluyor. İlk söylenen yalan, ilk atılan tokat, ilk aldatma, ilk hırsızlık… Her şey böyle başlıyor.