İŞÇİ ARI


Şanslı bir bal arısının yaşamı 6 bilemediniz 7 hafta kadardır ki bu kovana bir eşek arısı saldırısı olmazsa yaşayacağı süredir.
6 haftalık ömrü boyunca bir işçi arı sadece bir çay kaşığı kadar bal üretir. Bir arının tüm ömrü boyunca çalışıp didinip ürettiği balı biz belki de kahvaltı da ıhlamurumuza koyarız ve oradaki emeği aklımızın ucuna bile getirmeyiz.
Bir kilo bal yapmak için arı kolonisi 14 milyon çiçeğe konar.
Bir kilo bal için 3 kilo nektar toplanması gerekir.
Sonra da insanoğlu çıkıp boşu boşuna yaşadığından dem vurur durur. İnsan yeryüzünde olmasa dahi doğa varoluşunu devam ettirebilir.
Oysa bütün bir ömrü boyunca bir çay kaşığı bal üreten bir minik canlı olmasa insan dünya üzerinde en fazla 4 yıl kalabilir…

MİMAR SİNAN VE BAYKUŞ


Mimar Sinan‘ın unutulmayan eserlerinde gizlenmiş “BAYKUŞ FİGÜRLERİ”nden birkaçı ve baykuşun hikayesi
Büyük usta Sinan Selimiye Camii, Süleymaniye Camii,Mihrimah Sultan Camii,nde kullanmıştır bu figürü
Mimar Sinan Üniversitesi’nin logosuda Usta’ya ithafen bu figürle şekilenmiştir
Baykuşlar Yunan kültüründe bilgeliğin, eski Mısır’da ise uygarlığın temsilcisiydi.
Dünya tarihindeki birçok kültür ve uygarlıkta farklı anlamları olan baykuşun Anadolu’da ise ölüm habercisi ve uğursuzluk sembolü olduğuna inanılırdı.
Oysa baykuşlar sadece eskiden ağır hasta olan evlerde ışıklar genelde sabaha kadar yandığından o evlere ya da ışık alabildikleri elektrik direklerinin yakınlarındaki hanelere konar ve böylece ışıkta avlayabileceği hayvanlar hareketli olduğundan daha net görürdü. Ama evdeki hasta öldüğü zaman da ihale ona kalırdı. “Baykuş kondu, baykuş öttü ondan oldu, ondan öldü” vs vs…
İnançlar, hurafeler hep böyle neden aramalar, hayaller ve yakıştırmalar üzerine çıkmamış mıdır zaten
Mimar Sinan, eserlerinde bilgeliğinden mi, sevdiğinden mi yoksa Yunan mitolojisindeki sanat, akıl, barış ve savaş tanrıçası Athena gibi dünyaya indiği zamanlar ölümlülere baykuş olarak görünmek istediğinden mi bilinmez, baykuş formlarını hep işlemiş; bizlere de eserlerindeki bu akıl almaz incelikleri hayranlık ve saygıyla selamlamak kalmıştır.

Yörük anam

BEN AMERİKA’DA 25 YIL KALMIŞ BİR İNSAN OLARAK ŞÖYLE BİR GÖZLEM YAPIYORUM.

Amerika’da, hiç eğitim görmemiş bir insanla aynı odada kalmaktan korkarım. Beş dolar için gırtlağını kesebilir. Eğitim orada gerçekten bir fark yaratıyor. Eğitim düzeyi yükseldikçe, uygar, olgun, sorumluluk sahibi, verdiği sözü tutan, kişisel bütünlüğü olan bir insan olma yolunda ilerliyor. İstisnalar kesinlikle olabilir ama genellikle böyle.

Türkiye’ye gelip baktığımda iki faktör görüyorum. Şehirleşme ve eğitim. Türkiye’de şehirleşmiş ve eğitim görmüş insandan korkuyorum. Kesinlikle insafsız, kendinden ve kendi yakınlarının çıkarından başka bir şey düşünmüyor. Bu son derece kuvvetli bir duygu bende. İliğini sömürür bitirir, hiç acıma duygusu yoktur. Ama şehirleşmemiş, okumamış, saf köylü olarak kalmışsa onda değerler bilinci çok yüksektir. Sanki eğitilmiş Amerikalı. Burada çok önemli bir gözlem var. Bunun üzerine düşünmek lazım. Benim analığım yörüktü. Annem öldükten sonra babam yeniden evlendi. Biz ona anne demedik, Ayşe teyze dedik. Ben daha on yaşındayım, sapanla vicik dediğimiz küçücük bir kuşu vurmaya çalışıyorum. “Vurma oğlum” dedi. Ben, ‘sen ne bilirsin Yörük karısı’ tavrı içinde, “Ne var parmak gibi küpküçücük kuş” dedim. Analığımın cevabı:”Yavrum! Canın küçük büyüğü olur mu? Allah her birine bir can vermiş. Vurma yavrum günah.” dedi. Şu derinliğe bakın. Okuma yazması yok bu kadının. Yıllar sonra bunun anlamını anladım. Anladığım zaman ağlamaya başladım. Konferanstayım, böyle gözyaşı dökerek ağlıyorum. Yanımdaki Amerikalı kadın, ne oluyor bu adama diye meraklanmaya başladı. Ne oluyor dedi. O kadar mutluydum ki, “çok mutluyum” dedim ağlayarak. Kendi kendime “Ya Rabbi! Çok şükür. Sağken bunun farkına vardım.” Biz bütün insanlar kardeştir deyince sanki çok şey söylüyoruz.

Kadın bunları aşmış. Canlardan oluşan bir aile, büyük küçük yok. Hepsi birbirine eşit. Onur eşitliği var. Canın büyük küçüğü olur mu? Allah hepsine can vermiş. Şu bilinci görüyor musunuz? Nereden geliyor bu? Bu, tasavvuf kültüründen geliyor. Bu yayılmış. Eğer şehirleşme ve eğitim ele geçirmemişse, hala bu mayamızda var. Ben zamanım olsa, hiç şehir yüzü görmemiş hiç okumamış köylülerin, özellikle yaşlı kadınların arasında zaman geçirip, onlardan bilgelikler öğrenmek isterim.
Eğer şehirleşme ve eğitim ele geçirmemişse, hala bu mayamızda var. Ben zamanım olsa, hiç şehir yüzü görmemiş hiç okumamış köylülerin, özellikle yaşlı kadınların arasında zaman geçirip, onlardan bilgelikler öğrenmek isterim. Bu topraklarda neler birikmiş. Ne insanlık deneyimleri var. Bir de doğadan kopmamış. Sürekli doğayla haşır-neşir içerisinde o bilgelikler bilenmiş. Kitap bilgisi değil. Farkına varmış ve bir yere oturtmuş.
Doğan Cüceloğlu
🌾🍂

Einstein

Yıl 1922
Einstein Japonya’ya ders vermek için gitmek üzere hazırlanıyordu.
Kendisine bir haber geldi.
1921 Nobel Fizik ödülü kendisine verilmişti.

Yine de Japonya’ya gitti.
Derslerini verdi,

Kaldığı otelde kendisine mesaj getiren kuryeye bahşiş vermek istedi.
Ama Japonlar da bahşiş almak yasaktı.

Einstein bahşiş veremeyince
İki kâğıt aldı ve her ikisine
Almanca bir şeyler yazdı ve çocuğa uzattı.

Eğer dedi şanslıysan,
Bu notlar bir gün çok değerli olabilir.

Kurye notları aldı, sakladı.

Einstein Almanya’ya döndü.

2017 yılında
Kudüs’te bir müzayede yapıldı.

Kuryenin yeğeni
Einstein’ın orijinal el yazısı notlarını satışa sundu.

Kağıtların birisinde;

“ Dingin ve mütevazi bir hayat, sürekli huzursuzluğun eşlik ettiği ve şuursuz halde başarı peşinde koşulan bir hayata göre daha fazla mutluluk getirir.”

Yazıyordu.
Tam 1,56 Milyon dolara satıldı.

Kağıtların ikincisinde;

“İrade varsa bir yol da vardır “

Yazıyordu.
O da 240.000 dolara satıldı.

Yıllar sonra
Kuryeye verilen bahşiş bir el yazısı
Milyon Dolar olarak geri döndü. Notları satan kişinin kuryenin yeğeni olduğu belirtildi. Alıcının kimliği ise açıklanmadı.

Yüzbaşı RAGIP VE ERICA

Ragıp Selanikli’ydi…
Mustafa Kemal’le akrandı, 1881 doğumluydu, askeri tıbbiyeden mezun oldu, hekim yüzbaşıydı.
Eğitim için Almanya’ya gönderildi.
Görev yaptığı hastanede Erica’yla tanıştı, hemşireydi, beline kadar örgü sarı saçlı, tipik Alman güzeliydi.
Ragıp’ın aklı başından gitti, kaçamak bakışlarla kendisini süzen o mavi gözlere kelimenin tam manasıyla vurulmuştu.
Ragıp da filinta gibi delikanlıydı, üstelik Almanca’yı akıcı şekilde konuşuyordu, espriler mespriler, romantik cümleler filan, kızı bağladı, flört etmeye başladılar.
Doğrusu Erica da ilk günden gönlünü kaptırmıştı ama, mantığı engel oluyordu, Alman gerçekçiliği ağır basıyordu, çünkü, özellikle babasının ne cevap vereceğini çok iyi biliyordu, bir Türk’le bir Müslüman’la evlenmesine asla müsaade etmezlerdi, ayrıca, kendisi koyu bir hıristiyan sayılmazdı ama, bir Türk’le evlense bile din değiştirmek istemiyordu.
Ragıp dedi ki, babanı sen bana bırak, dinlerimiz konusunda ise düşündüğün şeye bak, ben seni böyle sevdim, sen beni böyle sevdin, birbirimizi neden değiştirelim ki?
Sonra gitti, bir buket çiçekle kapıyı çaldı, bizde gelenek böyledir dedi, Allah’ın emri peygamberin kavliyle Erica’yı istedi, sizi ikna etmek için ne demem gerektiğini günlerce düşündüm, inanın bulamadım, sadece şunu söyleyebilirim, kızınıza aşığım dedi.
Adeta sihirli iki kelimeydi. Zor, kolay oldu.
Medeni kimliğiyle, medeni cesaretiyle, aileyi etkilemişti, kayınpeder ikna oldu, peki dedi, hemen bir hafta sonra, Almanya’da evlendiler. Mutluluktan uçuyorlardı. Boy boy çocukların hayalini kuruyorlardı. Maalesef…
Osmanlı seferberlik ilan etti. Ragıp bir saniye bile tereddüt etmedi, vatan topraklarında kapışma başlarken, Almanya’da duramazdı, Erica’yı karşısına aldı, sana bunu yapmak istemezdim ama, gitmem lazım dedi, ölmezsem, bekle beni…
Erica hiç cevap vermedi, açtı yatak odasındaki dolabı, bavulu çıkardı, çoktaaan hazırlamıştı, gazete okuyan her Alman gibi elbette dünyanın nereye gittiğini biliyordu, Ragıp’a sarıldı, sen nereye ben oraya dedi…
İyi günde kötü günde, anca beraber kanca beraberdi.
İlk trenle İstanbul’a geldiler.
Ragıp lisan bildiği için Almanya’da zorlanmamıştı ama, Erica tek kelime Türkçe bilmiyordu.
Ev kiraladılar, Alman gelin açısından ne komşu vardı, ne akraba, ne tanıdık…
Üstelik, Ragıp’ın ailesi kendi ailesi kadar hoşgörülü olmamıştı, yabancı gelin kabul edilmemişti.
Ragıp her sabah Taşkışla hastanesindeki geçici görevine gidiyor, Erica eşi gelene kadar sokağa bile çıkmıyor, yapayalnız bekliyordu.
Dört ay kadar böyle geçti.
Ragıp, Çanakkale’ye, cepheye, başhekim yardımcısı olarak atandı.
Yine aldı Erica’yı karşısına, sana bunu yapmak istemezdim ama, gitmem lazım dedi.
Erica gülümsedi, çoktaaan bavulunu hazırlamıştı, söylemiştim sana dedi, sen nereye ben oraya…
Ragıp bir taraftan kendisini böyle bir kadınla tanıştırdığı için Allah’a şükrediyor, bir taraftan sevdiğini böylesine sürüklediği için vicdanen kahroluyordu.
At arabasıyla Çanakkale’ye geldiler.
Erica bu defa yalnız değildi.
Mesleğinin tam göbeğine gelmişti.
Sahra hastanesinde gönüllü hemşire olarak çalışmaya başladı.
Ev mev yoktu, baraka bile yoktu, sahra hastanesinin bitiğişinde çadırda kalıyorlardı, kuru ekmeğe talim ediyorlardı.
Gel gör ki…
Ömürlerinde böyle mutlu olmamışlardı. 24 saat, gece gündüz birlikteydiler, önemli olan buydu, olumsuz fiziki şartlar umurlarında bile değildi. Savaş patladı…
Ragıp devamlı ameliyattaydı, Erica kan revan içinde gazilerimizin başındaydı, yara sarıyor, ilaç veriyor, ana şefkatiyle kınalı kuzularımızın saçlarını okşuyor, öğrendiği bir kaç kelime kırık dökük Türkçesiyle moral kaynağı oluyordu, “ölmeyeceksin, yaşayacaksın, iyi olacaksın, sevdiğine kavuşacaksın” diyerek, paramparça evlatlarımızı hayata bağlamaya çalışıyordu.
Gazilerimiz Erica’ya “hemşire” diye seslenmiyordu, “ana hatun” adını takmışlardı. Can pazarındaki bu kahraman kadını, annelerinin yerine koymuşlardı. Hastaneden vakit bulduğunda, köylü kadınlarımızla birlikte çalışıyor, iğne iplikle Mehmetçik’in delik deşik kıyafetlerini onarıyor, çadır dikiyordu.
17 Aralık 1915, saat üç suları…
İngiliz keşif uçağı Eceabat’ın Yalova köyündeki hilal-i ahmer hastanesi üzerinde dolaştı. Adrese teslim koordinat belirliyordu. 10 dakika geçti geçmedi, İngiliz zırhlılarından bombardıman başladı. Çatısında 20 metre boyunda “kırmızı ay” bulunmasına rağmen, bile bile, tüm ahlaki kurallara aykırı olarak, hastaneyi hedef aldılar.
Ana Hatun orada hayatını kaybetti, tertemiz yüreğine şarapnel denk gelmişti. Ragıp yara almadan kurtuldu ama, Erica’nın cenazesini kucakladığı o saniyeden sonra yaşadı denilebilir mi, bilmiyorum.
Erica için askeri tören düzenlendi. Sevdiği adamın vatanında, vatanımızın bağrında, Yalova köyünde, şehitlerimizin yanında toprağa verildi. Kabrinin kitabesine Osmanlıca “ifa-yı vazife esnasında top mermisiyle terk-i hayat eden madam” yazıldı.
Çanakkale dediğin, duygusuz, ruhsuz, hamasi nutuklardan ibaret değildir.
Ayşesiyle Fatmasıyla Lindasıyla Ericasıyla, yarım kalan aşkların destanıdır…
Madam Erika olarak bilinen Anna Schwarz
Avusturya asıllı Alman Hemşire
Çanakkale Savaşında ilk kadın şehidimiz
Dr.Ragıp bey’in zevcesi..

Avusturya Milli Kütüphane arşivi, 1915..

Beyaz zambaklar ülkesinde Rübab-ı şikeste Sapho Balzac Kapital Toplum sözleşmesi Fenn-i ruh Burjuva demokrasisi ile proletarya diktatörlüğü